28 Şubat 2014 Cuma

Güvecin Meselesi

Anlatıcı
Seçilmiş bir bulutu yükleyip yağdıran neyse, seçilmiş bir kalbi yükleyip boğduran…
Fazlasına dönmedi dilim. Bir çatlak bulup damarlarımdan sızsın istedim bu deli kan. Sızsın da rengini görelim. Derdini bilelim. Gören gözün hakkı var da, içerden hep aynı esrik şarkıyı duyan kulağın yok mu? Canı bilmek çeken bensizliğimin hakkı yok mu bildikleriyle tüm varlığımı kıvrandıran benliğimin üstünde?
Bilelim diye anlatıyorum. Tüm hücrelerimle bileyim diye.
Bir zamandı. Bir çift güvercin gözüyle başladı. Yağmurun yalnız tozlu yolları çamura bulamak için yağmadığına inandık. Trenlerin vagonlarını birbirine bağlayan kederi, kedere mütemadiyen sırnaşan umudu, umudu ayrım yapmaksızın tüm canlıların pürüzlü tenlerine bulayan hezeyan yüklü düşleri gördük. Sorduk; biz mi içindeyiz düşünceleri yutan bu karadeliğin yoksa karadelik mi bizim içimizde?
Karton kutudaki güvercin, boynunu zarif hareketlerle büküp ışığa doğru tedirginlikle bakarken çekti ruhum ilk fotoğrafı. Kuşlardan bir kuştu. Kafa karışıklığı her türlü dermandan yoksun bir ur gibi büyürken, hissettiği fiziksel acı gitgide silikleşiyordu. Bir kuş telaşı içinde büyüyordu gece. Altında solunan bir çatı, insanlarda olanın aksine onda güvensizliği körüklüyordu.

Misafir
Beni terk etti gitti. Yalvarmadım, hiç kimseye yalvarmam. Hele söz konusu olan cinsi cibilliyeti belirsiz kahverengi çirkin bir asalaksa. Asalak evet! Yıllarca onu tüylerimin arasında sakladım. Yıllarca… Uçmayı öğrenişimle yaşıt. Göğsümün ve kafamın üstünde taşıdım onu. Kanatlarımın arasında korudum. O merhamet yoksunu diliyle zihnimi kemirmesine katlandım. Ne yaptı biliyor musunuz, beni terk etti gitti. Cehennemin dibine gitsin!
Burası karanlık. Kuyruğumu o çirkef kedinin leş kokan ağzında bıraktım, uçamıyorum. Kümeste tembel tembel uyuklayan bir tavuk gibi hissediyorum. Hayır. Daha başka. Kümesteki tavuk ıstırap çekmez. İşi yumurta vermek, kuluçkaya yatmak. Ben… Allah’ım, korkuyorum. Bu kuyruk ne zaman uzar?
Kuyruk uzayana kadar tutsaklık beni öldürür belki de. İnsan iyi olduğunu düşünüyordur şimdi, ne kadar düşünceli olduğunu… Kedi öldürseydi daha iyiydi. Daha mı iyiydi? Ah gitmeseydi. O cevap verirdi. Keşke gelse ve beni kendime tekrar düşman etse… Bu hürriyet özlemiyle kıvranmaktan yeğdir; kendi etimi dişlemek, kanatmak, kendime küfretmek sonra yine kendimi haklı görüp kendime söven kendimi öldürmeye yeltenmek…
Fark etmişti. Kedi, gözlerini bana dikip akşam yemeği için bir ziyafet hayali kurmaya başladığı andan itibaren biliyordu. Kanatlarımın arasından sırtıma süzülüp uzun uzun orda kalışının bir anlamı olduğunu fark etmeliydim. Sadece sustu. Zehir zemberek çenesine de bu yakışırdı ancak; aç bir sokak kedisi beni dişlerinin arasında hayal ederken susmak… Kedi iştahla üstüme atlayıp kuyruğumdan yakaladığında, o can havliyle kaçtı.
Belki de çok zaman önce anlatmaya çalışmıştı bana gideceğini… İçimdeki tarafsız bölgenin tel örgülerine takılıp başımı kanattığımda, sonra öylece durup kanatlarımı kıpırdatmadan gelip yarayı sarsın diye beklediğimde sinirlenmişti. Sesi hala kulaklarımda:
“Ben de giderim kuş.” demişti. “Gider başkasının kemiklerini ufalarım, aklını takıp örümcek ağlarına. Kimse baki değil. Kendi cehennemini ateşlemeye alış.”
***
“Columbicola”  dedim bir gün.
“ Bugün cami avlusunda ağlayan bir kadın gördüm, yanında oturduğu defne ağacının yapraklarını koparıyordu hırsla, ağaç ona bir zarar vermiş olmalı ”
“İnsanlar kaybettiklerinde başkalarının da kayıpları olduğunu görmek isterler, rahatlarlar” dedi. “Kadın mutlu bir anıyı kaybetmişti ve defne, kadının elinde parçalanan yaprağıyla birlikte onun kanadığı yerden bir yara alıyordu. ”
Beni bu kutuya hapseden insan da belki kendi kaybettiği hürriyetine denk bir esaret görme derdindedir.
Allah’ım bu kuyruk ne zaman uzar?
***
Odada sarı bir lamba yanıyor. Kutuya nefes almam için açılmış deliklerden sızan bu sarı aydınlık bana beyaz caminin avlusunu hatırlatıyor. Bu da yetmezmiş gibi kalbi herc-ü merc eden bir şarkı duyuyorum. İnsanın gözlerini görüyorum. Yere uzanmış tavana bakıyor. Şarkı yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor… Tavana çarpıp insanın üstüne düşmesini diliyorum. Bu şarkının altından kalkamaz biliyorum. Ölür.
Columbicola, belki ben de öldüğüme inanıyorumdur da kendi ölümüme denk bir ölüm görme derdindeyimdir.

Anlatıcı
Güvercini metruk bir bina gibi kimsesizliğe yaslayan terk edilmişlik; aslında kanatlarının kuyrukla, zihninin, yıllardır tüyleriyle beslediği kadim dostuyla imtihanından ibaretti. Belki de bir güvercin bitinin kendi türüne sadakatiydi yalnızca Columbicola’ nın gidişi.
Fakat güvercinin tekrar uçma umudu bile bir tedirginlikle yamalıydı.
Columbicola… Bütün kararlılıkları onunla nihayetlenir, bütün kararsızlıkları onunla perçinlenirdi. Ve görülmeyene düşülmüş şerhti o.
İnandık; bitin kaderi, güvercinin kederiydi.

İnsan
Hiç bir büyük olayın kapatmaya güç yetiremediği bu çocukluk çağı bitsin istedim. Işık lekelerini rahat bırakmam için bana yalvaran lambanın sesinden sıkıldım. Hikâyelerimi heyecan verici bulmuyor besbelli. Beni ikaz etmek için göz kırpıyor sürekli ve bunun faydası olmadığını görüp infilak etmesinden korkuyorum. Uyudum. Uykunun ağzına bal çalan ve onu böyle konuşkan yapıp kulaklarımı tırmalayan bir gürültüye dönüştüren geceye öfkeli, bacaklarımı karnıma doğru çekip, yatağın içinde büzüldüm.

***
Beyaz peçeli bir kadın elinde bir makasla yanıma yaklaştı. Işık da beyazdı. Makası yaklaştırdı peçeli kadın. Çocukluğum, ellerini göbeğine sıkı sıkı bastırdı. Gözlerimi, korkuyla göbeğim üzerinde bağladığım ellerime diktim. Belki makası kalbime saplamak peçeli kadına daha cazip görünür diye, kalbime onun duyabileceği kadar yüksek sesle çekici bir ritim tutmasını emrettim. Ama hayır, kalbin göğsümde debelenişi fayda vermedi. Makas, rotasında büyük bir kararlılıkla yol almaya devam etti. Terliyordum.
“Anne ” dedim. “Beni buradan almak zorundalar mı?”
***
 Uyanıp da gördüklerimin bir rüya olduğunun ayırdına vardığımda üstüme sinen rehavete minnet duyup gözlerimi tekrar yumdum.
***
Kaçıp saklandığımız karanlık deliklere mum yakan rüyalar…Damağımda, taze kızarmış bir yorgunluğun üstüne sürülüp tüketilmiş zift tadı… Uyanıklığın mideyi türlü kelepçelerle sıkıştıran haline büründüm.
             ***
Deliklerden karton kutunun içine baktım. Misafir uyanmış. Ya da hiç uyumamış. Onu ilk bulduğum andaki kadar ürkek ve şaşkın. Değişen duygular, gözlerin rengini değiştirir. Onun gözlerinin rengi hiç değişmiyor. Kedi tarafından öldürülmüş olmayı mı isterdi? Onun göbek bağını kendi sözlüğümde “merhamet” görünen bir “bencillik” le kestim. Öyleyse neden direniyordu?
Belki direnerek ölmek istiyordu. Onurlu bir ölüm, bir beton yığınında karton bir kutunun içinde üç beş buğday ve bir tas suyla beslenerek yaşanacak göğe hasret bir hayata tercih edilirdi belki güvercinlerin yurdunda.
Bir duyu yanılsaması mıydı gördüklerim? Bir kedinin pençeleri arasında parçalanmak üzere olan bir kuştan fazlası olsa gerek şimdi karşımda boyun büken, göğsü hızla inip kalkan gerçek.
Yoksa böyle küskün susmazdı. Bir tebessüm kondurabilirdim, hayalimde aşağı doğru kibarca kıvrılan gagasına.

***
Kalbim yağacak bir kuraklık bulamadığından, kendi suyunda nefessiz. Dibe doğru seyredip bir balığa dönüşmeyi deniyorum. Yersiz. Aşağılarda hep bir vurgun tehdidi… Mor bir balık olma hayalim, ürkek bir dalgıçtan başka bir şey olamayacağımı anlayınca aniden bir kırıklığa dönüşüyor. Dağılan parçalar ince bir reveransla önümde eğiliyor, samimi bir selamlama niyetiyle… Biliyorum. Fakat tekrar doğrulamıyor, dibe çöküyorlar. Can havliyle yüzeye yöneliyorum. Bu suyun kavuştuğu bir gök olmadığını hatırlıyorum. Başka bir yol olmalı Allah’ım. Yağacak bir parça toprak yahut suyuna karışıp sürüklenecek bir ırmak…
***
Misafirle konuşmaya çalışıyorum.
 “Bir rüya gördüm” diyorum.
 “Biliyor musun, biz insanları Allah’ın bağladığı eşsiz bağdan soğuk metallerle ayırırlar. Bir vedayla doğarız. O yüzden her merhabada bir veda beresi vardır ve ömür boyu, bir daha hiçbir şeyin birleştirmeye muktedir olmadığı o bağın özlemiyle yaşarız.”
Tüylerini kabartıp başını kanatlarının arasına gömüyor.  Yalnızca iki parlak kahverengi göz görüyorum. Kehribara çalıyor. Kuş gözlerinin içinde oklar olduğunu biliyor muydunuz? Gözlerinizi onunla aynı hizada tutmayın. Kör olursunuz.
Misafire dönüyorum. “Beni vurmak ister misin?” diyorum. Gözlerini yumuyor.

Misafir
Göğsümde bir hafiflik var. Yoksa boşluk mu? Columbicola, sen göğsümde durmazdın oysa. Şimdi muhabbet ehli bir boşluğa dost oldum. Sana, varlığına hiçbir delil olmayan onlarca mektup gönderiyorum. Güneşi yalnızca üç küçük delikten içip, karanlığın yanında gönülsüz saf tutuyorum. Öfkeleniyorum, duymadığına eminim, öfkelenip birkaç kelimenin kaburgasına abanıyorum. Öğreniyorum sanırım Columbicola, dua etmeyi öğreniyorum. 
Dudak kıvrımlarına insanın yavan bir duman yuva yapıyor. Tütün kokusundan mustarip, bir kuyruksuz kuşum ben. Bir annemden ayrılınca böyle suyla dolmuştu boğazım, durmadan içime ağlamıştım. Bilsen, meymenet fukarası düşünceler var Columbicola.
Bir ölünün ardından düzenli edilen sıkı bir beddua gibisin, seni de kendimle aynı huzursuzluk içinde nefessiz bırakmayı alışkanlık haline getirdim. Belki artık rahat bırakmalıyım. Gittin Columbicola, bir tarih kitabında önemli bir cümle olabilirsin. Yahut bir tarih kitabında çok sevgili iki dize… İki dize bir tarih kitabının cüzzamlı yüzünü bile parlatabilir üstelik. Sen bir tarih kitabında kahraman iki dize olabilirsin Columbicola. Ve ben şimdi bir sevgili kahramanı kıskanıyorumdur, kuyruğumun yokluğunun verdiği dirençsizlikle.
Sahi, bu kuyruk ne zaman uzar?

İnsan
Bazen dilini ısırıyor zaman kuş, kanıyor. Kül tablaları ve gül yağları içe doğru büyüyen bir yarayı büyütüyorlar. Talihi kör bir güvercini, kuyruğundan tutup düşüşüne bağlayan ben, hikâyesi bir zembille göğe yükselmiş ihtiyar suçumun kefaretini ödüyorum. Senin sessiz umudunu dişleyen bir haberin felaketiyim. Sahibini bekleyen mezarların, gönülsüz bekçisi…
Gözlerinden ellerime sıçrayan korkuyla yanıyor, kanatlarının arasına sıkıştırdığın sabırla soğuyorum. Başını göğsüne her gömüşünde gagandan kalbine usul usul akıttığın ümidinle tekrar tutuşuyorum.
Şaire sorma arzusuyla kıvranıyorum; kuş ölür uçuş hatırlanır peki uçuş ölürse, kuştan geriye kalan nereye saklanır?
***
Ben bir pencereyi özlüyorum kuş, sen bir dalı özlüyorsun. Benim düşümde ikimizi ayıran, yalnızca kırmızı bir sakız sardunyası.
***
Ben bir pencereyi hep özleyeceğim kuş, sen bir dalı özleyeceksin ve benim düşümde bizi hep ayıracak kırmızı bir sakız sardunyası.


Misafir
Kutudaki deliklerden sızan ışık gözlerime batıyor. Cam bir kapta, her gün tazelenen su ve içimde direnen kuytu ani bir intiharı muhtemel kılıyor. Fakat gözlerimi kapattığımda önüme serilen o titrek rüyalara kıyamıyorum. Boğazımı temizleyemiyorum kinden. Bir şey olmalı, ezan okumalı beyaz caminin müezzini, bir çocuk peşime takılıp hiç pes etmeden beni kovalamalı, başıma ürkek bir öpücük kondurmalı sonra. İyileşirim bir çocuk dokunursa yarama. İyileşirim elbette, değil mi Columbicola?
Sen de severdin çocukları. Bir tek çocuklara gülümserdin. “Onların avuçlarında yaşamanın bir yolu olsa keşke” derdin. Seslerini her duyduğunda hayat çizgileri arasında eriyip katıksız bir masumiyete yüz sürmeyi dilerdin.
Kuşdili bir hatırasın Columbicola. Kuyruksuz bir güvercinin ömrüne düşülmüş bir ilahi izsin. Kuyruk, ah evet kuyruk…

Allah’ım, bu kuyruk, ne zaman uzar?