28 Ağustos 2022 Pazar
BOŞLUK
Ağlamışsın yine Berrin. Artık üzülme. Boşlukla barışılır mı diyorsun. Ben hiç küsmüyorum esasen. Bu sana özel bir tavsiyeydi. Yedi yaşımda bu mesele benim için büyük ölçüde tamamına erdi.
Ne talihsiz sabahtı. Üstüme tam olan önlük kirlide kalmıştı da fermuarı artık zor kapandığı için ikinci yedeğe düşmüş en komik önlüğe mecbur olmuştum. Ah aksiliğe bak, hazır yakalık... Babaannem güzel elleriyle ne yakalar örmüştü bana halbuki dantelden. Kravat modaydı bir de o yıl. Dantel kravatlar. Yakalıkla takım kravatlarım vardı. Bazıları fiyonklu, bazıları daha düz. Bu erkeksi giysinin adını vermeyi kim akıl etmişti acaba bu aksesuara? Dahası, ayet gibi benimsenmiş toplumsal kadınlık normlarına sarsılmaz bir şekilde iman etmiş bu 90'lı yıllar anneleri, anneanneleri, babaanneleri bu oğlan çocuğu giysisi çağrışımı yapan şeyi hanım hanımcık, tini minicik, aman da aman pek hamaratcık kız çocuklarına giydirmeyi nasıl kabullenmişlerdi bilmiyorum. Çokluktan olmalı. Çoğunluğun kabulü ipten alır ipe verir adamı, kravat ne ki? “Herkes” taşrada büyülü bir kelimedir. Saçlar peki. Pırasa gibi olduğu her fırsatta hoşnutsuz bir ifadeyle vurgulanan, belime kadar upuzun, güzelim saçlarım... At kuyruğu. Her zaman böyledir. Gece yatana kadar sımsıkı bağlı kalır. Bana sorsalar ileride huzur nedir deseler mesela, gece saçımdaki lastiğin çıkması derim. Özgürlük o tokanın içinde gün boyu can çekişmiş saçlarımın küçük omuzlarımın üstüne tane tane dökülmesidir o mengeneden kurutulup. Hem hiç de pırasa gibi değil.
Beni asıl endişelendiren ağzım. Ağzımın içinde pek de aşina olmadığım, yeni tanıştığım o boşluk. Hem de en önde. Bu boşlukla nasıl yaşanacak bir süre bilmiyorum. Anlattılar anlatmaz olurlar mı. Onun yerine yenisi gelecek dediler. At çatıya "Karga al benim eski dişimi ver yeni dişimi" diye seslen kargaya dediler. Hangi karga? Ben nereden bileyim koca İstanbul'da hangi karga sorumlu benim dişimden. Fırlatıyorum evin altındaki manavın çatısına. Eternet gibi bir malzemeyle kaplı çatıda tıklıyor, yerinden koparak plastik bir malzemenin üstüne düşüyor sevgili dişim. Kökü kan içinde. Ağzımı çalkalıyorum. Hala ince ince kan sızdıran o tuhaf boşluk. Boşluğun tadı var, kokusu var, ruhu var boşluğun. Ruhumla tanış oluyorlar. Benim, kendinin hamisi olan kargayı bulamamaktan delice korkan ruhum, varlığını duyurmak için kanamaktan ve ara ara tuhaf biçimlerde sızlamaktan bitap düşmüş taze boşluğumun ruhuyla tanışıyor. Ne muazzam bir karşılaşma. Aklımda korkunç bir soru beliriyor. Bu boşlukla nasıl gülümseyeceğim? Hayatımın en mühim günlerinden birinde başıma gelen oldukça acıklı bu tesadüfler bir çeşit fragman etkisi yaratacak zihnimde hayat serüvenime dair. Hep böyle gidecek sanacağım. Dökülen diş bir karabasan gibi çökecek üzerime. Oysa dökülmek eylemini başka başka nesnelerde çok severim. Bu bir nehrin denize dökülmesi değil, haksızlığa karşı haklıların yollara dökülmesi değil, güz gelmiş bak; sararmış ağaç yapraklarının kısa süreli bir dansın nihayetinde toprağa dökülmesi değil. Dişim döküldü benim Berrin.
Okula varana kadar boşluğu düşündüm. Ağzımın derinliklerine doğru açılan bu küçük gedikten içeri olur olmaz türlü duygu sızlıyordu. Doldurmak gerek.
Üçüncü ders gelip bizim sınıfa astılar fon perdeyi. Üzerinde mavi kareli masa örtüsü bulunan bir sıranın üstüne hayat bilgisi kitabı ve bir yapay çiçek koydular. Dünyanın bütün çiçeklerini temsilen sanırım. Sıra bana geldiğinde fotoğrafçının gülümse komutuyla inci gibi dişlerim arasındaki o mendebur boşluğu dilimle tıkamam bir oldu. Ah ne iyi akıl ettim. Teneffüste tastamam hisseden her insanoğlu gibi neşe doluydum. Çiçekler çizdim kara tahtaya tebeşirle. Yerden yüksek oynadım. Ve ömrümün en heyecanlı bekleyişlerinden biri başladı. Geceleri hayal kurdum. Çerçeveletip assalar keşke o fotoğrafı. Kim bilir ne güzeldir. Uzun sürmedi, bir hafta sonra fotoğraflar kocaman bir karton fonun üzerine yapıştırılmış geldi sınıfa. Önüme koydukları şey bir prensesten çok, tuhaf bir hastalığın pençesinde kıvranan bir kız çocuğunu andırıyordu. Boynumu gülünç bir biçimde bükmüş, çirkin yakalığımı iyice yamultmuştum. Saçlarıma kadar gergindim. Ama en kötüsü dişim. Dilim dişlerimin arasından küçük, pembe bir et parçası suretinde merhaba diyordu fotoğrafa bakana. Güler misin ağlar mısın?
Boşlukları oralara ait olmayan şeylerle doldurmaya çalışmamalı insan sevgili dostum. Boşluğu kabullenmek şık bir varoluş biçimidir. Hayatıma eğreti duran hiç bir şeyi almamayı böyle öğrendim. Bu da beni içten içe öfkelendiriyor aslına bakarsan. Kımıldayamıyorum. Ufacık uyumsuzluklara bile tahammülüm yok benim. Mesela kuruttuğum çiçeklere vazo bulamıyorum. “Bak işte bu güzel” diyorlar.” Olur mu hiç!” diyorum “Hiç yakışır mı kırmızı güller bunun içine!”. Boş duruyor masam. Dursun. O ilk yolculukta yol üzerinde durup aldığım çiçekli çerçeveye uygun bir tane bile fotoğraf bulamadım sonra. “Bunun ölçüleri uygun” diyorlar bir fotoğraf getirip. Denemiyorum bile. “Olur mu hiç! Bak nasıl bir bahar var bu çiçeklerde, böyle bir neşeyle bütünlenir ancak bu taştan bahçe”. Boş duruyor çerçeve. Dursun. Henüz hiç dokunulmamış bir defterim var. Nakışlı bir kılıf diktim. Özenle kapladım her yerini. Yazmadım. Aklıma düşüyor bazen açıp bakıyorum. İlk sayfaya yakışacak bir dize arıyorum. Hikayeler geçiyor kalbimden, düşüp kalkıyor kahramanlar, koşuyor, gülüyor, aşık oluyor, ölüyor, diriliyor, zamanı kemiriyorlar. Sırnaşıyorlar, kağıda düşmek için, gözlerimin içinde itişip duruyorlar. “Olur mu hiç!” diyorum. “Yakışır mı hiç!”. Boş duruyor defter. Dursun.
Seni böyle güçsüz düşüren; ahenksizlik. Farkında değilsin. Yalnız kalmamak için dost edinmek çürütür insanı zaman içinde. Eksik parçaların eksikliği değil keder veren. Yanlış parçaların karakter yoksunluğu. Bak, olmayacak yerlere olmayacak zamanlarda iliştirilmiş her şey yeni bir yoksunluk. Samimiyet yoksunluğu, aşk yoksunluğu, estetik yoksunluğu... Dilimde tüy bitti. Sen aldın bu adamı hayatına. 35 yıllık kişisel tarihinin karanlıklarını avangart, görgüsüz bir avize aydınlatacak sandın. Unutma, böyle kör oldun. Her ışık aydınlatmaz Berrin.
Şimdi kızıyorsun bana ama anlayacaksın. Masalların kara ormanında bir söğüt ağacına sarılsaydın daha huzurlu ölürdün. Bırak şu işin peşini. Elbet kovulacaktı ait olmadığı yerden. Bunu her canlı hisseder. Hissetmiştir o da. Bu önseziler hazırlar insanı. Uyuşturur. Gelen felaket daha az acıtır yavaş yavaş acının dozunu artırarak gelirse.
Çok mu didaktik bir mektup oldu Berrin? Kusura bakma. Eylemsizlik böyle çenesini düşürüyor insanın. Boşver, en iyisi unut gitsin. Ben hala çiçeklere uygun bir vazo bulamadım. Kırmızı güller için. Sadece bir demet kuru çiçek diye düşünme ama. Heyecanla, aşkla, masumiyetle dokunulmuş, bir gençlik baharında derilip sarılmış güller. Rastlarsan bunları sığdırabileceğim bir vazoya, haber ver olur mu?
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)