24 Nisan 2025 Perşembe

Hatırlamak için.

Bir bitmeyecek şevk verirken beste 

Bir tel kopar ahenk ebediyen kesilir 

 Yahya Kemal

28 Ağustos 2022 Pazar

BOŞLUK

Ağlamışsın yine Berrin. Artık üzülme. Boşlukla barışılır mı diyorsun. Ben hiç küsmüyorum esasen. Bu sana özel bir tavsiyeydi. Yedi yaşımda bu mesele benim için büyük ölçüde tamamına erdi. Ne talihsiz sabahtı. Üstüme tam olan önlük kirlide kalmıştı da fermuarı artık zor kapandığı için ikinci yedeğe düşmüş en komik önlüğe mecbur olmuştum. Ah aksiliğe bak, hazır yakalık... Babaannem güzel elleriyle ne yakalar örmüştü bana halbuki dantelden. Kravat modaydı bir de o yıl. Dantel kravatlar. Yakalıkla takım kravatlarım vardı. Bazıları fiyonklu, bazıları daha düz. Bu erkeksi giysinin adını vermeyi kim akıl etmişti acaba bu aksesuara? Dahası, ayet gibi benimsenmiş toplumsal kadınlık normlarına sarsılmaz bir şekilde iman etmiş bu 90'lı yıllar anneleri, anneanneleri, babaanneleri bu oğlan çocuğu giysisi çağrışımı yapan şeyi hanım hanımcık, tini minicik, aman da aman pek hamaratcık kız çocuklarına giydirmeyi nasıl kabullenmişlerdi bilmiyorum. Çokluktan olmalı. Çoğunluğun kabulü ipten alır ipe verir adamı, kravat ne ki? “Herkes” taşrada büyülü bir kelimedir. Saçlar peki. Pırasa gibi olduğu her fırsatta hoşnutsuz bir ifadeyle vurgulanan, belime kadar upuzun, güzelim saçlarım... At kuyruğu. Her zaman böyledir. Gece yatana kadar sımsıkı bağlı kalır. Bana sorsalar ileride huzur nedir deseler mesela, gece saçımdaki lastiğin çıkması derim. Özgürlük o tokanın içinde gün boyu can çekişmiş saçlarımın küçük omuzlarımın üstüne tane tane dökülmesidir o mengeneden kurutulup. Hem hiç de pırasa gibi değil. Beni asıl endişelendiren ağzım. Ağzımın içinde pek de aşina olmadığım, yeni tanıştığım o boşluk. Hem de en önde. Bu boşlukla nasıl yaşanacak bir süre bilmiyorum. Anlattılar anlatmaz olurlar mı. Onun yerine yenisi gelecek dediler. At çatıya "Karga al benim eski dişimi ver yeni dişimi" diye seslen kargaya dediler. Hangi karga? Ben nereden bileyim koca İstanbul'da hangi karga sorumlu benim dişimden. Fırlatıyorum evin altındaki manavın çatısına. Eternet gibi bir malzemeyle kaplı çatıda tıklıyor, yerinden koparak plastik bir malzemenin üstüne düşüyor sevgili dişim. Kökü kan içinde. Ağzımı çalkalıyorum. Hala ince ince kan sızdıran o tuhaf boşluk. Boşluğun tadı var, kokusu var, ruhu var boşluğun. Ruhumla tanış oluyorlar. Benim, kendinin hamisi olan kargayı bulamamaktan delice korkan ruhum, varlığını duyurmak için kanamaktan ve ara ara tuhaf biçimlerde sızlamaktan bitap düşmüş taze boşluğumun ruhuyla tanışıyor. Ne muazzam bir karşılaşma. Aklımda korkunç bir soru beliriyor. Bu boşlukla nasıl gülümseyeceğim? Hayatımın en mühim günlerinden birinde başıma gelen oldukça acıklı bu tesadüfler bir çeşit fragman etkisi yaratacak zihnimde hayat serüvenime dair. Hep böyle gidecek sanacağım. Dökülen diş bir karabasan gibi çökecek üzerime. Oysa dökülmek eylemini başka başka nesnelerde çok severim. Bu bir nehrin denize dökülmesi değil, haksızlığa karşı haklıların yollara dökülmesi değil, güz gelmiş bak; sararmış ağaç yapraklarının kısa süreli bir dansın nihayetinde toprağa dökülmesi değil. Dişim döküldü benim Berrin. Okula varana kadar boşluğu düşündüm. Ağzımın derinliklerine doğru açılan bu küçük gedikten içeri olur olmaz türlü duygu sızlıyordu. Doldurmak gerek. Üçüncü ders gelip bizim sınıfa astılar fon perdeyi. Üzerinde mavi kareli masa örtüsü bulunan bir sıranın üstüne hayat bilgisi kitabı ve bir yapay çiçek koydular. Dünyanın bütün çiçeklerini temsilen sanırım. Sıra bana geldiğinde fotoğrafçının gülümse komutuyla inci gibi dişlerim arasındaki o mendebur boşluğu dilimle tıkamam bir oldu. Ah ne iyi akıl ettim. Teneffüste tastamam hisseden her insanoğlu gibi neşe doluydum. Çiçekler çizdim kara tahtaya tebeşirle. Yerden yüksek oynadım. Ve ömrümün en heyecanlı bekleyişlerinden biri başladı. Geceleri hayal kurdum. Çerçeveletip assalar keşke o fotoğrafı. Kim bilir ne güzeldir. Uzun sürmedi, bir hafta sonra fotoğraflar kocaman bir karton fonun üzerine yapıştırılmış geldi sınıfa. Önüme koydukları şey bir prensesten çok, tuhaf bir hastalığın pençesinde kıvranan bir kız çocuğunu andırıyordu. Boynumu gülünç bir biçimde bükmüş, çirkin yakalığımı iyice yamultmuştum. Saçlarıma kadar gergindim. Ama en kötüsü dişim. Dilim dişlerimin arasından küçük, pembe bir et parçası suretinde merhaba diyordu fotoğrafa bakana. Güler misin ağlar mısın? Boşlukları oralara ait olmayan şeylerle doldurmaya çalışmamalı insan sevgili dostum. Boşluğu kabullenmek şık bir varoluş biçimidir. Hayatıma eğreti duran hiç bir şeyi almamayı böyle öğrendim. Bu da beni içten içe öfkelendiriyor aslına bakarsan. Kımıldayamıyorum. Ufacık uyumsuzluklara bile tahammülüm yok benim. Mesela kuruttuğum çiçeklere vazo bulamıyorum. “Bak işte bu güzel” diyorlar.” Olur mu hiç!” diyorum “Hiç yakışır mı kırmızı güller bunun içine!”. Boş duruyor masam. Dursun. O ilk yolculukta yol üzerinde durup aldığım çiçekli çerçeveye uygun bir tane bile fotoğraf bulamadım sonra. “Bunun ölçüleri uygun” diyorlar bir fotoğraf getirip. Denemiyorum bile. “Olur mu hiç! Bak nasıl bir bahar var bu çiçeklerde, böyle bir neşeyle bütünlenir ancak bu taştan bahçe”. Boş duruyor çerçeve. Dursun. Henüz hiç dokunulmamış bir defterim var. Nakışlı bir kılıf diktim. Özenle kapladım her yerini. Yazmadım. Aklıma düşüyor bazen açıp bakıyorum. İlk sayfaya yakışacak bir dize arıyorum. Hikayeler geçiyor kalbimden, düşüp kalkıyor kahramanlar, koşuyor, gülüyor, aşık oluyor, ölüyor, diriliyor, zamanı kemiriyorlar. Sırnaşıyorlar, kağıda düşmek için, gözlerimin içinde itişip duruyorlar. “Olur mu hiç!” diyorum. “Yakışır mı hiç!”. Boş duruyor defter. Dursun. Seni böyle güçsüz düşüren; ahenksizlik. Farkında değilsin. Yalnız kalmamak için dost edinmek çürütür insanı zaman içinde. Eksik parçaların eksikliği değil keder veren. Yanlış parçaların karakter yoksunluğu. Bak, olmayacak yerlere olmayacak zamanlarda iliştirilmiş her şey yeni bir yoksunluk. Samimiyet yoksunluğu, aşk yoksunluğu, estetik yoksunluğu... Dilimde tüy bitti. Sen aldın bu adamı hayatına. 35 yıllık kişisel tarihinin karanlıklarını avangart, görgüsüz bir avize aydınlatacak sandın. Unutma, böyle kör oldun. Her ışık aydınlatmaz Berrin. Şimdi kızıyorsun bana ama anlayacaksın. Masalların kara ormanında bir söğüt ağacına sarılsaydın daha huzurlu ölürdün. Bırak şu işin peşini. Elbet kovulacaktı ait olmadığı yerden. Bunu her canlı hisseder. Hissetmiştir o da. Bu önseziler hazırlar insanı. Uyuşturur. Gelen felaket daha az acıtır yavaş yavaş acının dozunu artırarak gelirse. Çok mu didaktik bir mektup oldu Berrin? Kusura bakma. Eylemsizlik böyle çenesini düşürüyor insanın. Boşver, en iyisi unut gitsin. Ben hala çiçeklere uygun bir vazo bulamadım. Kırmızı güller için. Sadece bir demet kuru çiçek diye düşünme ama. Heyecanla, aşkla, masumiyetle dokunulmuş, bir gençlik baharında derilip sarılmış güller. Rastlarsan bunları sığdırabileceğim bir vazoya, haber ver olur mu?

15 Aralık 2018 Cumartesi


 Bilmenin ağırlığı bilmek istememenin nedametiyle birleştiğinde düğümleniyor işte kader. Sahi sizin oralarda hiç bahsetmezler mi mesela kuşların rızk arayışından, gün doğumunda haneye "bereket" dolsun diye açılan kapılardan, kuşluk namazından, babaanne dualarından? Zamanı niye böyle yoruyorsunuz? Eski fotoğrafların kanını emen bir sivrisinek gibi gitgide kızıllaşıyor gövdeniz. Üzülerek belirteyim ki, uçamayacak kadar şiştiğinizde, kıvrılıp öldürücü bir silaha dönüştürülmüş bir gazete üstünde, kimbilir belki de batan mülteci botlarından birinden bahseden sıradan bir haberin "yazık"lı kelimelerinin acıklı iki harfi arasına, gayet tahayyül edilebilir bir darbeyle sıkışmış, nefessizlikten ve size ait olmayan kanların kaybından hayatını yitirmiş bir cesede dönüşeceksiniz.
Ben müneccim değilim elbet. Yalnızım ben sadece çoğu zaman. Yahut öyle bir kuruntum var. Yarıda kesilmiş bir düş gibi durgunlaşıyorum ara sıra. Kuruntular, kırıntılar.. Evde kumandayı kaybetmiş bir baba gibi sıradanlığımın kesintiye uğramasına öfkeleniyorum. Renksizim sizin anlayacağınız ama hep mi renksizdim bunu hatırlayamıyorum. Nasıl desem, suçlamakla ya da suçlanmakla bilenen bencillik boğazıma dayanıyor kör bir bıçak gibi. Ne ilerliyor ne geriliyor. O da durağan ve cesaretsiz..
Gecesinde uyunmamış günler ayıyor. Günler, günler, günlerimiz.Geçiyor ömrüm, rüzgarına tutulduğumuz bir masalı, masal yapan her ne varsa, dağılmasın diye, kendimizi savura savura geçiyor ömûrlerimiz..

23 Ekim 2017 Pazartesi

Bir gül biter içimde/ Gecenin tam üçünde / Gecenin tam üçünde...

Bir zamandı, kuşlu bir şiirle başladık. Ben, ilk gençliği tüketmek üzere olduğum bir akşamüstü, tellerdeki kuşları ürkütecek kadar hızla çarpan bir kalbi, göğüs kafesimde zaptetmeye çabalarken, buldum sakası olduğum suyu. Yundum. İçtim. Sarhoşu oldum.

Bir zamandı, her gece eski bir rüyayla uyudum, her sabah yeni bir masalla uyandım. Mavi kurdeleleri düşmüş o kutunun içinde, ben ve baban oğlum, yürüdük, koştuk, ağladık, güldük..
Çekingen fotoğraflar biriktirdik; hasret dolu mektuplar, kağıttan gemiler, akşam sefası tohumları..

Çok yollar aştık, sonunda kavuştuk sandık. Fakat yavrucuğum, şimdi duyumsuyorum ki, bizim hakiki vuslatımız senmişsin..

Hoşgeldin göz nuru, gönül aydınlığı, safalar getirdin.. 




26 Ocak 2017 Perşembe

...

"Pencerenin pervazına tünemiş bir kuş idi umut, ürküttürler"

Ben, annemin taşın üstünde yeşerttiği bahçeyim efendiler. Kolay ölmem. Saçlarıma bağlar sularım kederi, paylaşılan bir somun ekmek olurum yoksul sofralardan birinde, yenirim, doyururum fakat tükenmem. Bir elinde kitapların en kutsalı, yeryüzünü tek parmağıyla sallar, uyuturdu çünkü beni kocababaannem.

Ninnilerden örülmüş yeleğimi giyer yürürüm. Ahlak pazarlarında, kurtlanmış laflarınızı satarsınız siz,dinlemem. Çıkar bir mübarek taşın üstünden haykırırım. Mübarek taşların üstünden haykıran tüm hakikatler gibi yorulur, kırılır dağılırım. Kazandık sanırsınız. Oysa dağ başlarında parçalanmış yatan tüm sorular, cevaplanmak için sessizce,  sadece bir İbrahim'in çağrısını bekler.

Şimdi tüm İbrahim hikayelerini gözlerimde toplar ağlatırım sevinçten. Çünkü ben,
kavruk bir gök gibi genişleyerek üstüme doğru eğiliyorken bir şarkı, kaldırımda mendil açmış bir dilenci kimbilir kaçıncı kez görmezden geliniyorken, aldatıcılar aldatıyorken, develer telal, pireler berber, aldananlar arsız iken, bir müjdenin eşiğine kulak kesildim, sabırla dinlemekteyim. Farkında değilsiniz, kendime dönüşmekteyim. Bu, yarım ağız verilmiş sözlerden değildir. Bu, zamanında ayaklarından kuyuya sarkıtılmış bir imamdan yediğim dayak gibi asabi, imama rağmen inanıyor olmam gibi uhrevi, çocukken benim için babaannemin sobanın yanına kurduğu açılır kapanır yatak gibi samimi bir törpülenmedir.
Her kıpırtı ruhu incelten bir temas. Beklemelerin en karmaşığı ile beklemekteyim.

 Sonra,

 Kendi gürültüsünden yorulan bir bulut gibi içime doğru sessizleşeceğim. Ellerimi kesen soğuğu ısıtacağım, dudağımı büken gururu okşayacağım. Bir yola koyulacağım. Bir mucize koklayacağım. Siz dünyanızın rengini soldurun durmadan, dinlenmeden. Soldurduğunuz yerden yakalyıp, şöyle bir silkeleyip alemi , hepinizden tek tek şikayetçi olacağım. Veremeyeceğiniz hesaplarla sırılsıklam terleyeceğiniz gün, ben, yani sessiz bir bulutu sessiz bir bulut yapan şey, ağlattığınız her çocuğa çiçekler koklatacağım. O zaman çocuk kendi hakikatini hatırlayacak. Geyiklerin su içtiği duru bir ırmaktım ben diyecek. Orada, bir zamanda, cennete bir elmaydım.  Siz dokunmazdan önce diyecek, ilahi hafızaydım.
Uyanacak çocuk, çocuk uyandığında bir kır türküsü gibi yükselecek bahar. Caddelere sokaklara neşesi yürüyecek. 
Çocuklar titrecek tahtlarınızı, sizi, korkmaz görünenleri en derin korkuları karartacak. Bizi, kalplerini göğüslerinde deccal kovan bir muska misal taşıyanları, en hisli rüyamız kurtaracak.

9 Haziran 2015 Salı

ve elbet bir ses gerekiyordu dağın uykusuzluğuna. 
"senin dermanın yok" dedi kendi kendine.
"zamanla uzlaşmayı kökten reddetmiş, kıskanç bir pazartesisin şimdi."
bağrına bastı bir alaca kargayı, kanadını göğsüne batırarak. bir düşün delisi gibi hıçkırdı. deliler vardı ya sahi eskiden. mahallede söylenerek dolaşan, kendiyle halleşecek kadar cesur, yerinden oynatılan taşlara, köklerinden savrulan ağaçlara ağlayacak kadar vefalı adamlar ve kadınlar.
diline takılıp nasıl tökezlediğini hatırladı. doğduğundan beri çirkin bir oluşun kancası takılıydı onun boğazına. damarları belirgin bir çınar yaprağını andıran kaba elleriyle, sesten kamaşan gözlerini ovuşturdu. gözlerinden tüm vücuduna soğuk bir ürperme halinde yayılan cümleyle tekrar uyudu.
“kim bilir kimin anılarına bir defter arası çiçeği olduk”

her dokunulduğunda dağılmaya meyledişi tek tek her hücresinde çözümlendi. çözüme kavuşan tüm sualler gibi saniyeler içinde alevlendi ve ardından küllendi.
gürültüsü tasasıyla mamur bir gök oldu sağ avcu, bulutlar sağ avcunda şimşeklendi.
aşina olduğumuz turuncu bir akşama yatırdı saçlarını, yumuşak bir uykuya dalar gibi. 
eğildi usulca, kimliğine dikilen yamalardan öptü hayat. her biri kendini sızlatan sakar birer yaraya dönüştü.
"kızıl kanatlarını gönlümüzün atlasına boşuna mı serdin kuş " dedi. "oku".
"bu, aramızda bir kuşun durması bizi uçmaya inanır kılacak." 
...

28 Mayıs 2015 Perşembe

---hakettiğimiz kadar güzeliz ancak. testideki bu çatlak, bu sızıntı.. bazı dudakların naif dizeler büyütüşünü özledik. büyüyen bir şey  evet hasret, büyüyorsa elbet yaşlanacak ve ölecek  bir büklümünde zamanın. kimilerinin damarlarından daha hızlı çekilecek belki. fakat ötekilerin dili varmayacak kendilerine bu hikayeyi anlatmaya, tek ihtimal bu. hikayenin kamburuna def çalan bir fil oturacak. cümbüşle bastıracak kederi ve kimse yas tutmayacak. kıvrılıp giden bir trenin ardından, trenin aslında kaybolmadığına gerçekten inanıyor gibi.. kayıp yoksa hasar da olmayacak pek tabii.

---eşek arısı soksun dilini. nesneleri böyle ağırlaştırma ağzının içinde. ağzın bir çeşit kış çiçeği gibi,naif kıvrımlarla dağılsın beyazlığının üstüne,bırak. belki sadece bunun için yaratılmışsındır. ayna gülüşünü emip senin kimliksizliğinle bir kimliğe bürünebilsin diye. yamaçları soluğuyla süpüren bir periye yahut akasya büyüten bir tohuma evrilesin diye belki, kim bilir.

---elinde tutamayacağın tek şey zaman değil.

---hiç bir şey yok elinde tutabileceğin.

---olmayanların sızlanmalarıyla büyüyen birer şikayetiz biz yani.

---biz, hepimiz.

---bir boşluğun sonsuz muhataplarıyız, biz, hepimiz.

---ve biliyor musun, galiba, en kalın dalına kendini asan bir kiraz ağacı kadar tuhaf öleceğiz.

18 Nisan 2015 Cumartesi

duyuyor




uçak hafif sarsıntılarla havalandı. gözlerini kapatıp bir atari oyununun içinde yıldız vuran, plastik görünümlü tüfek olduğunu hayal etti.

yükseldi.

yükseldi.

bulutların içinden geçti.

kuşların kanatlarından geçti.

"korkuyor musun?"

"hayır."

"neden gözlerini kapatıyorsun?"

"dua ediyorum. burada Allah'a daha yakınız."

"ne istiyorsun Allah'tan?"

"beni yeryüzündeyken de hep duymasını.."

"..."

23 Aralık 2014 Salı






ben düştüysem bir kederden, bir yokuşa vurduysam kem bildiklerimi, yokuşun vicdanında kaynıyorsa haksız varoluşlar biliniz ki, kiremitsiz damların dilsizliğindendir. turuncu özlemiyle güneş içerler. gökçül çocuklara benzerler, yalnız bir nebze daha harabe..

beni bilmeseler ne olur, duymasalar, sövmeseler.. kabuğunda kaskatı bir eski zaman ölüsüne komşuyum ben.
suyuna gece bulaşmış bir çiçeğin çocuğuyum. yeryüzünün bütün dillerinden azadedir ağzım.

ah gözlerim yaprak döküyor yine parem, sarı ve kuru bir çıtırtıyla kırılıyorum. hani yorulmuş göğsüne yüzümü gömdüğüm anne kokusu? dimağı taze bir avlunun hatıraları kadar genç uykular uyuyor, saç diplerime kadar inen bulutun ağırlığıyla asırlık bir masal gibi uyanıyorum. kadim. yurt edindiğim öykü adımlarımı sayıyor, utanıyorum. yürüsem doyacağım oysa, yürüsem cevaplanacağım. bu diktatör öyküler.. bu öykü imparatorlukları.. kafeste oluşundan bir kuşa benzemiş olan, titrek bir kalple, özlüyorum.

kireçle ağartılmış duvarlara ayak izlerini bırakıyor neşesi derin çocuklar. çocuklar duvarın yazgısına türküler yakıyor. alınan duvar, menteşeleri omuzlarına çakılmış mavi kapıya bakıyor buruk.. beni diyorum, kapının mavisiyle duvarın beyazı arasında bir iklimi sevmeye mecbur bırakıyorlar.
bir yıldızın tarihiyle oyalıyorlar beni. yetişmenin mümkün olmadığı bir ışığı kovalıyorum. bilerek, isteyerek, sürerek kuşkularımı dağlara.. dağlara ya, elbet dağlara. hür sürgünlerin boy verdiği vakur yurtlara.
daralan çemberin ortasında gergin bir yaya dönüşüyor kollarım. zaman döner dönmez, ilk köşe başında, vurulacak.

iz bırakacak alnımda, secde gibi parlak. zamanın vurulduğu yerden doğrulacağım. 
kömür kokusuna bulanmış çiçekler kucağımda. her mevsimi soğuk bir bahar doğuracağım. 
yaşanır böyle de parem, yolun kibrini bir karınca yuvasının renklerine boyar ve devam eder insan. kitap sayfalarına yüz sürmüş mübarek bir akşamüstü hüznümde abdest alır, kıyama durur.  baş ucuma yanaşır, kınalı elleriyle saçlarımı örer geyikler. saçlarım gözlerinden su içer. ve ceylanlar muhakkak böyle serinler.
ürker sazlıklar ceylanların serinliğinden. bir yolcu sazlıkları sarmalar, kendini teselli eder. 
büyürüm ben. büyütürüm kıyıda köşede kalmış öksüz kuşları.
kanatlarında yaması kalır ıssızlığın.
lakin;
böyle de yaşanır parem.




Fotoğraf: Alessio Albi

9 Aralık 2014 Salı

Mahsa Vahdat / Ha Leyli



Farsça yeryüzü dillerinin şahıdır. Bendeki yeri ancak gökyüzünü işittiğimde değişir.


12 Eylül 2014 Cuma

Wayfaring Stranger



                            Bunu buraya bırakıp hayat telaşıma geri dönüyorum.

28 Şubat 2014 Cuma

Güvecin Meselesi

Anlatıcı
Seçilmiş bir bulutu yükleyip yağdıran neyse, seçilmiş bir kalbi yükleyip boğduran…
Fazlasına dönmedi dilim. Bir çatlak bulup damarlarımdan sızsın istedim bu deli kan. Sızsın da rengini görelim. Derdini bilelim. Gören gözün hakkı var da, içerden hep aynı esrik şarkıyı duyan kulağın yok mu? Canı bilmek çeken bensizliğimin hakkı yok mu bildikleriyle tüm varlığımı kıvrandıran benliğimin üstünde?
Bilelim diye anlatıyorum. Tüm hücrelerimle bileyim diye.
Bir zamandı. Bir çift güvercin gözüyle başladı. Yağmurun yalnız tozlu yolları çamura bulamak için yağmadığına inandık. Trenlerin vagonlarını birbirine bağlayan kederi, kedere mütemadiyen sırnaşan umudu, umudu ayrım yapmaksızın tüm canlıların pürüzlü tenlerine bulayan hezeyan yüklü düşleri gördük. Sorduk; biz mi içindeyiz düşünceleri yutan bu karadeliğin yoksa karadelik mi bizim içimizde?
Karton kutudaki güvercin, boynunu zarif hareketlerle büküp ışığa doğru tedirginlikle bakarken çekti ruhum ilk fotoğrafı. Kuşlardan bir kuştu. Kafa karışıklığı her türlü dermandan yoksun bir ur gibi büyürken, hissettiği fiziksel acı gitgide silikleşiyordu. Bir kuş telaşı içinde büyüyordu gece. Altında solunan bir çatı, insanlarda olanın aksine onda güvensizliği körüklüyordu.

Misafir
Beni terk etti gitti. Yalvarmadım, hiç kimseye yalvarmam. Hele söz konusu olan cinsi cibilliyeti belirsiz kahverengi çirkin bir asalaksa. Asalak evet! Yıllarca onu tüylerimin arasında sakladım. Yıllarca… Uçmayı öğrenişimle yaşıt. Göğsümün ve kafamın üstünde taşıdım onu. Kanatlarımın arasında korudum. O merhamet yoksunu diliyle zihnimi kemirmesine katlandım. Ne yaptı biliyor musunuz, beni terk etti gitti. Cehennemin dibine gitsin!
Burası karanlık. Kuyruğumu o çirkef kedinin leş kokan ağzında bıraktım, uçamıyorum. Kümeste tembel tembel uyuklayan bir tavuk gibi hissediyorum. Hayır. Daha başka. Kümesteki tavuk ıstırap çekmez. İşi yumurta vermek, kuluçkaya yatmak. Ben… Allah’ım, korkuyorum. Bu kuyruk ne zaman uzar?
Kuyruk uzayana kadar tutsaklık beni öldürür belki de. İnsan iyi olduğunu düşünüyordur şimdi, ne kadar düşünceli olduğunu… Kedi öldürseydi daha iyiydi. Daha mı iyiydi? Ah gitmeseydi. O cevap verirdi. Keşke gelse ve beni kendime tekrar düşman etse… Bu hürriyet özlemiyle kıvranmaktan yeğdir; kendi etimi dişlemek, kanatmak, kendime küfretmek sonra yine kendimi haklı görüp kendime söven kendimi öldürmeye yeltenmek…
Fark etmişti. Kedi, gözlerini bana dikip akşam yemeği için bir ziyafet hayali kurmaya başladığı andan itibaren biliyordu. Kanatlarımın arasından sırtıma süzülüp uzun uzun orda kalışının bir anlamı olduğunu fark etmeliydim. Sadece sustu. Zehir zemberek çenesine de bu yakışırdı ancak; aç bir sokak kedisi beni dişlerinin arasında hayal ederken susmak… Kedi iştahla üstüme atlayıp kuyruğumdan yakaladığında, o can havliyle kaçtı.
Belki de çok zaman önce anlatmaya çalışmıştı bana gideceğini… İçimdeki tarafsız bölgenin tel örgülerine takılıp başımı kanattığımda, sonra öylece durup kanatlarımı kıpırdatmadan gelip yarayı sarsın diye beklediğimde sinirlenmişti. Sesi hala kulaklarımda:
“Ben de giderim kuş.” demişti. “Gider başkasının kemiklerini ufalarım, aklını takıp örümcek ağlarına. Kimse baki değil. Kendi cehennemini ateşlemeye alış.”
***
“Columbicola”  dedim bir gün.
“ Bugün cami avlusunda ağlayan bir kadın gördüm, yanında oturduğu defne ağacının yapraklarını koparıyordu hırsla, ağaç ona bir zarar vermiş olmalı ”
“İnsanlar kaybettiklerinde başkalarının da kayıpları olduğunu görmek isterler, rahatlarlar” dedi. “Kadın mutlu bir anıyı kaybetmişti ve defne, kadının elinde parçalanan yaprağıyla birlikte onun kanadığı yerden bir yara alıyordu. ”
Beni bu kutuya hapseden insan da belki kendi kaybettiği hürriyetine denk bir esaret görme derdindedir.
Allah’ım bu kuyruk ne zaman uzar?
***
Odada sarı bir lamba yanıyor. Kutuya nefes almam için açılmış deliklerden sızan bu sarı aydınlık bana beyaz caminin avlusunu hatırlatıyor. Bu da yetmezmiş gibi kalbi herc-ü merc eden bir şarkı duyuyorum. İnsanın gözlerini görüyorum. Yere uzanmış tavana bakıyor. Şarkı yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor… Tavana çarpıp insanın üstüne düşmesini diliyorum. Bu şarkının altından kalkamaz biliyorum. Ölür.
Columbicola, belki ben de öldüğüme inanıyorumdur da kendi ölümüme denk bir ölüm görme derdindeyimdir.

Anlatıcı
Güvercini metruk bir bina gibi kimsesizliğe yaslayan terk edilmişlik; aslında kanatlarının kuyrukla, zihninin, yıllardır tüyleriyle beslediği kadim dostuyla imtihanından ibaretti. Belki de bir güvercin bitinin kendi türüne sadakatiydi yalnızca Columbicola’ nın gidişi.
Fakat güvercinin tekrar uçma umudu bile bir tedirginlikle yamalıydı.
Columbicola… Bütün kararlılıkları onunla nihayetlenir, bütün kararsızlıkları onunla perçinlenirdi. Ve görülmeyene düşülmüş şerhti o.
İnandık; bitin kaderi, güvercinin kederiydi.

İnsan
Hiç bir büyük olayın kapatmaya güç yetiremediği bu çocukluk çağı bitsin istedim. Işık lekelerini rahat bırakmam için bana yalvaran lambanın sesinden sıkıldım. Hikâyelerimi heyecan verici bulmuyor besbelli. Beni ikaz etmek için göz kırpıyor sürekli ve bunun faydası olmadığını görüp infilak etmesinden korkuyorum. Uyudum. Uykunun ağzına bal çalan ve onu böyle konuşkan yapıp kulaklarımı tırmalayan bir gürültüye dönüştüren geceye öfkeli, bacaklarımı karnıma doğru çekip, yatağın içinde büzüldüm.

***
Beyaz peçeli bir kadın elinde bir makasla yanıma yaklaştı. Işık da beyazdı. Makası yaklaştırdı peçeli kadın. Çocukluğum, ellerini göbeğine sıkı sıkı bastırdı. Gözlerimi, korkuyla göbeğim üzerinde bağladığım ellerime diktim. Belki makası kalbime saplamak peçeli kadına daha cazip görünür diye, kalbime onun duyabileceği kadar yüksek sesle çekici bir ritim tutmasını emrettim. Ama hayır, kalbin göğsümde debelenişi fayda vermedi. Makas, rotasında büyük bir kararlılıkla yol almaya devam etti. Terliyordum.
“Anne ” dedim. “Beni buradan almak zorundalar mı?”
***
 Uyanıp da gördüklerimin bir rüya olduğunun ayırdına vardığımda üstüme sinen rehavete minnet duyup gözlerimi tekrar yumdum.
***
Kaçıp saklandığımız karanlık deliklere mum yakan rüyalar…Damağımda, taze kızarmış bir yorgunluğun üstüne sürülüp tüketilmiş zift tadı… Uyanıklığın mideyi türlü kelepçelerle sıkıştıran haline büründüm.
             ***
Deliklerden karton kutunun içine baktım. Misafir uyanmış. Ya da hiç uyumamış. Onu ilk bulduğum andaki kadar ürkek ve şaşkın. Değişen duygular, gözlerin rengini değiştirir. Onun gözlerinin rengi hiç değişmiyor. Kedi tarafından öldürülmüş olmayı mı isterdi? Onun göbek bağını kendi sözlüğümde “merhamet” görünen bir “bencillik” le kestim. Öyleyse neden direniyordu?
Belki direnerek ölmek istiyordu. Onurlu bir ölüm, bir beton yığınında karton bir kutunun içinde üç beş buğday ve bir tas suyla beslenerek yaşanacak göğe hasret bir hayata tercih edilirdi belki güvercinlerin yurdunda.
Bir duyu yanılsaması mıydı gördüklerim? Bir kedinin pençeleri arasında parçalanmak üzere olan bir kuştan fazlası olsa gerek şimdi karşımda boyun büken, göğsü hızla inip kalkan gerçek.
Yoksa böyle küskün susmazdı. Bir tebessüm kondurabilirdim, hayalimde aşağı doğru kibarca kıvrılan gagasına.

***
Kalbim yağacak bir kuraklık bulamadığından, kendi suyunda nefessiz. Dibe doğru seyredip bir balığa dönüşmeyi deniyorum. Yersiz. Aşağılarda hep bir vurgun tehdidi… Mor bir balık olma hayalim, ürkek bir dalgıçtan başka bir şey olamayacağımı anlayınca aniden bir kırıklığa dönüşüyor. Dağılan parçalar ince bir reveransla önümde eğiliyor, samimi bir selamlama niyetiyle… Biliyorum. Fakat tekrar doğrulamıyor, dibe çöküyorlar. Can havliyle yüzeye yöneliyorum. Bu suyun kavuştuğu bir gök olmadığını hatırlıyorum. Başka bir yol olmalı Allah’ım. Yağacak bir parça toprak yahut suyuna karışıp sürüklenecek bir ırmak…
***
Misafirle konuşmaya çalışıyorum.
 “Bir rüya gördüm” diyorum.
 “Biliyor musun, biz insanları Allah’ın bağladığı eşsiz bağdan soğuk metallerle ayırırlar. Bir vedayla doğarız. O yüzden her merhabada bir veda beresi vardır ve ömür boyu, bir daha hiçbir şeyin birleştirmeye muktedir olmadığı o bağın özlemiyle yaşarız.”
Tüylerini kabartıp başını kanatlarının arasına gömüyor.  Yalnızca iki parlak kahverengi göz görüyorum. Kehribara çalıyor. Kuş gözlerinin içinde oklar olduğunu biliyor muydunuz? Gözlerinizi onunla aynı hizada tutmayın. Kör olursunuz.
Misafire dönüyorum. “Beni vurmak ister misin?” diyorum. Gözlerini yumuyor.

Misafir
Göğsümde bir hafiflik var. Yoksa boşluk mu? Columbicola, sen göğsümde durmazdın oysa. Şimdi muhabbet ehli bir boşluğa dost oldum. Sana, varlığına hiçbir delil olmayan onlarca mektup gönderiyorum. Güneşi yalnızca üç küçük delikten içip, karanlığın yanında gönülsüz saf tutuyorum. Öfkeleniyorum, duymadığına eminim, öfkelenip birkaç kelimenin kaburgasına abanıyorum. Öğreniyorum sanırım Columbicola, dua etmeyi öğreniyorum. 
Dudak kıvrımlarına insanın yavan bir duman yuva yapıyor. Tütün kokusundan mustarip, bir kuyruksuz kuşum ben. Bir annemden ayrılınca böyle suyla dolmuştu boğazım, durmadan içime ağlamıştım. Bilsen, meymenet fukarası düşünceler var Columbicola.
Bir ölünün ardından düzenli edilen sıkı bir beddua gibisin, seni de kendimle aynı huzursuzluk içinde nefessiz bırakmayı alışkanlık haline getirdim. Belki artık rahat bırakmalıyım. Gittin Columbicola, bir tarih kitabında önemli bir cümle olabilirsin. Yahut bir tarih kitabında çok sevgili iki dize… İki dize bir tarih kitabının cüzzamlı yüzünü bile parlatabilir üstelik. Sen bir tarih kitabında kahraman iki dize olabilirsin Columbicola. Ve ben şimdi bir sevgili kahramanı kıskanıyorumdur, kuyruğumun yokluğunun verdiği dirençsizlikle.
Sahi, bu kuyruk ne zaman uzar?

İnsan
Bazen dilini ısırıyor zaman kuş, kanıyor. Kül tablaları ve gül yağları içe doğru büyüyen bir yarayı büyütüyorlar. Talihi kör bir güvercini, kuyruğundan tutup düşüşüne bağlayan ben, hikâyesi bir zembille göğe yükselmiş ihtiyar suçumun kefaretini ödüyorum. Senin sessiz umudunu dişleyen bir haberin felaketiyim. Sahibini bekleyen mezarların, gönülsüz bekçisi…
Gözlerinden ellerime sıçrayan korkuyla yanıyor, kanatlarının arasına sıkıştırdığın sabırla soğuyorum. Başını göğsüne her gömüşünde gagandan kalbine usul usul akıttığın ümidinle tekrar tutuşuyorum.
Şaire sorma arzusuyla kıvranıyorum; kuş ölür uçuş hatırlanır peki uçuş ölürse, kuştan geriye kalan nereye saklanır?
***
Ben bir pencereyi özlüyorum kuş, sen bir dalı özlüyorsun. Benim düşümde ikimizi ayıran, yalnızca kırmızı bir sakız sardunyası.
***
Ben bir pencereyi hep özleyeceğim kuş, sen bir dalı özleyeceksin ve benim düşümde bizi hep ayıracak kırmızı bir sakız sardunyası.


Misafir
Kutudaki deliklerden sızan ışık gözlerime batıyor. Cam bir kapta, her gün tazelenen su ve içimde direnen kuytu ani bir intiharı muhtemel kılıyor. Fakat gözlerimi kapattığımda önüme serilen o titrek rüyalara kıyamıyorum. Boğazımı temizleyemiyorum kinden. Bir şey olmalı, ezan okumalı beyaz caminin müezzini, bir çocuk peşime takılıp hiç pes etmeden beni kovalamalı, başıma ürkek bir öpücük kondurmalı sonra. İyileşirim bir çocuk dokunursa yarama. İyileşirim elbette, değil mi Columbicola?
Sen de severdin çocukları. Bir tek çocuklara gülümserdin. “Onların avuçlarında yaşamanın bir yolu olsa keşke” derdin. Seslerini her duyduğunda hayat çizgileri arasında eriyip katıksız bir masumiyete yüz sürmeyi dilerdin.
Kuşdili bir hatırasın Columbicola. Kuyruksuz bir güvercinin ömrüne düşülmüş bir ilahi izsin. Kuyruk, ah evet kuyruk…

Allah’ım, bu kuyruk, ne zaman uzar? 

22 Ocak 2014 Çarşamba

Bizim Efsanemiz





bu zor günler geçsin diye dua ediyoruz, dedemin güzel hatırasıyla birlikte..



11 Ocak 2014 Cumartesi

Kesik Keder

   

    baş aşağı tutma kalbini,
 kan yürür ;hassasiyeti yüksek bir noktadan tutup yakalayıverir ölüm. ama ölse iyidir, kolaydır; birkaç sert kasılma, sonrası tik tak’lara veda. tut ki ölemedin, el değmemiş köşeler,gömleği arkadan yırtık düşler boğulur, 
boğar içini kandan bir düğüm.
   saksısı devrilmiş, dağılmış toprağında köklerinin ne kadar zedelendiği anlaşılmayan bir kaktüsün varsa şayet, yahut bağlaçlarla ve noktalama işaretleriyle aran kötüyse, neyi nereye koyacağın kaygısından sıkılmışsan, kararsızsan, arsızsan, ağlamaklıysan...koru kanatlarını!
 /rahman olan korusun kanatlarını../
   ellerine kızma.tersten bir tarihin, çokça yanılmış saatlerin,ömrünün omuzlarına bırakılmış bir ipek şal gibi yumuşak fakat ısıtmayan kimliğinin kederi bu, kaderi bu. ellerinin derdi başka. ellerin bir işkence vakti, elektriği damarlarının içinden geçirip gözlerindeki ışıkları yakmak için fırsat kolluyor. ışık; ışık hep bir sancıya ihtiyaç duyuyor. perdeler bu yüzden eskiyor çabucak. civcivler kümeste bu yüzden tek lambanın altında birbirlerine iyice sokulup uyuyorlar. bu yüzden idamlıkların gözleri seninkilerden başka, çok başka.ve bu yüzden böyle kıymetli çiçek.
   karanlığın dilsiz y/amaçlarında, görüntüsü masum fakat ürkütücü, köy tiryakisi bir pencere camında, bir keman yayında yahut çamaşır ipinin sağ kanadında, ışığınkinden başka bir sancı divanında da doğmak mümkün aslında.ve güzel müptelası olmak bir bekleyişin. şimdi sen; koru kanatlarını! /rahman olan korusun kanatlarını./ sağır,dilsiz bir okuyucu, kör bir dinleyici olabilirsin. zihninde varsa bir kurtarılmış bölge bir ıhlamur dikip uygun bir serinliğe, ruhundan geri kalanlar için bir çadır kurabilirsin. bu soysuz gidişatın, özünü dünyaya peşkeş çeken güçlü adamların, menteşeleri yoksulluktan paslanmış, zor ve gürültüyle açılan kapıların ardındaki avlularda, kara gözlü güzel çocukların varlığını biliyor olsan bile, baş aşağı tutma kalbini. şair mezarlarını, insanı kabul etmeme ihtimalinden bahsedilen toprağı bağışla yine de. sen annesin. mendilin çivitine dolan, asmanın üzümüne, cennetin köşklerine. düşlerle…
   kaldığı yerde, dilini bilmediğin bir kardeşlik bildirisi sunacaktır pili biten saat. yelkovan akrebe sırnaşacaktır, mermi yemiş bir et parçası gibi seğirterek. işaret sıfatlarına sığınacaktır parmaksız  cüceler. denizlerin, dehlizlerin, izlerin yırtıldığı yerden akrepler fırlayacaktır. kıskaçlarında dudakları sessiz harflerin.. yalpalayan atların yorgun kişnemeleriyle delinen uykuları, uykuların koynundan yuvarlanan ağzı bulaşık çocukları, gül düşen çamurları sakla yine de.. sen annesin. gül hatırına, gül niyetine…
   mülteci gemilerinden esmer tenleriyle /burun deliklerine ve atmosferde dolanan miktarını bilmedikleri oksijene duacı/ rüyana hücum eden insanlar olabilir. mümkündür. mümkündür yılanın süte dalması ve suyun alışılmışın çok altında bir sıcaklıkta, beyninde kaynaması. su dediysem iki hidrojen bir oksijen biraz afyon; kıvamı meçhul. hani sana özgü olan. duruluğunda ne idiğü belirsiz bir uyutma gücü bulunan su…
   uykunun damağına bal süren yarasalar gibi, yapışkan, ıslak ve çirkin bir yüze çeşitli kabusların açık adreslerini sorabilirsin. sorabilirsin ceset algısını, diş ağrısını,cehennemi, ateşi…bir cümleyi bitirdiğin yerden diğer bir soru cümlesini başlatabilirsin. ama kalamazsın o rahim sargının içinde ebediyen. “sen” oldukça sargıdan dışlanırsın. eritip içten dışa tüm var olma emarelerini, bozulmuş plaklar gibi nahoş cızırtılarla kendini hatırlatıp, yüzleri buruşturan kalıntılarına acırsın.
   elma kabuğu, bıçağın soğuğuyla ürperdiğinde, cennetin kovulmuş sakinlerinden olduğunun ayırdına bir kere daha vardığında, ruhunda tüllenen kokulara, kokulardan uzaklığa sövüp, başını teselli duvarlarına yaslarsın.
“yas”larsın..
    annesin sen…koru kanatlarını!/Rahman korusun kanatlarını./

15.12.2009

                                                                           

4 Ocak 2014 Cumartesi

Eugenie Grandet / Balzac

* insanın korkunç kaderi! hiçbir mutluluğu yoktur ki bir bilgisizlikten ileri gelmesin.

* “ona layık güzellikte değilim ben!”
Eugenie’nin düşüncesi buydu; alçakgönüllü, acı bakımından verimli bir düşünce. zavallı kız kendine haksızlık ediyordu; ama alçakgönüllülük, daha doğrusu korku aşkın ilk meziyetlerinden biridir.

* “sahi bunlar ölü eti mi yer beyefendi?”
“sen ne ahmaksın Nanon! herkes gibi bunlar da ne bulurlarsa onu yerler. biz ölülerle beslenmiyor muyuz sanki? miras dedikleri nedir ki?”

*eğitim görünce fazilet de kötülük gibi hesaplı davranır.
Fransızların yaradılışında vardır: bir anlık gelip geçici olaylar için, günlük olayların akıntıya kapılmış saman çöpleri için heyecanlanırlar, öfkelenirler, hırslanırlar. toplum içindeki varlıklarda hafıza diye bir şey yok mu acaba?

*aşkın başlangıcıyla hayatın başlangıcı arasında birtakım hoş benzerlikler yok mudur? çocuğun beşiği tatlı ninnilerle, hoş bakışlarla sallanmaz mı? ona gelecek günlerini yaldıza boğan güzel masallar anlatılmaz mı? umut parlak kanatlarını onun için boyuna açmaz mı? yavrucuk bir sevinçten, bir acıdan gözyaşı dökmez mi? bir hiç yüzünden, entipüften bir saray kurmaya çalıştığı çakıllar, yapılır yapılmaz unutulan çiçek demetleri yüzünden kavga etmez mi? zamanı durdurmak, hayatta ilerlemek için çırpınmaz mı? aşk bizim hayatımızın ikinci bir değişim çağıdır.

*maddi hayatta olduğu gibi manevi hayatta da bir soluk alma, soluk verme vardır: ruh başka bir ruhun duygularını emmek, onları benimseyip daha zengin hale getirmek ihtiyacındadır. bu güzel insani olay olmadıkça kalpte hayat diye bir şey olmaz; havasız kalır, acı çeker, erir gider.


*dalkavukluk hiçbir zaman yüksek ruhlu kimselerde görülmez. dalkavukluk aşağılık ruhlu kimselere vergidir. bunlar, çevresinde dönüp durdukları kimsenin hayat alanına daha iyi girebilmek için daha da küçülmesini pek iyi becerirler.