Anlatıcı
Seçilmiş bir bulutu yükleyip yağdıran neyse,
seçilmiş bir kalbi yükleyip boğduran…
Fazlasına dönmedi dilim. Bir çatlak bulup
damarlarımdan sızsın istedim bu deli kan. Sızsın da rengini görelim. Derdini bilelim.
Gören gözün hakkı var da, içerden hep aynı esrik şarkıyı duyan kulağın yok mu?
Canı bilmek çeken bensizliğimin hakkı yok mu bildikleriyle tüm varlığımı
kıvrandıran benliğimin üstünde?
Bilelim diye anlatıyorum. Tüm hücrelerimle
bileyim diye.
Bir zamandı. Bir çift güvercin gözüyle
başladı. Yağmurun yalnız tozlu yolları çamura bulamak için yağmadığına inandık.
Trenlerin vagonlarını birbirine bağlayan kederi, kedere mütemadiyen sırnaşan
umudu, umudu ayrım yapmaksızın tüm canlıların pürüzlü tenlerine bulayan hezeyan
yüklü düşleri gördük. Sorduk; biz mi içindeyiz düşünceleri yutan bu karadeliğin
yoksa karadelik mi bizim içimizde?
Karton kutudaki güvercin, boynunu zarif
hareketlerle büküp ışığa doğru tedirginlikle bakarken çekti ruhum ilk
fotoğrafı. Kuşlardan bir kuştu. Kafa karışıklığı her türlü dermandan yoksun bir
ur gibi büyürken, hissettiği fiziksel acı gitgide silikleşiyordu. Bir kuş
telaşı içinde büyüyordu gece. Altında solunan bir çatı, insanlarda olanın
aksine onda güvensizliği körüklüyordu.
Misafir
Beni terk etti gitti. Yalvarmadım, hiç
kimseye yalvarmam. Hele söz konusu olan cinsi cibilliyeti belirsiz kahverengi
çirkin bir asalaksa. Asalak evet! Yıllarca onu tüylerimin arasında sakladım.
Yıllarca… Uçmayı öğrenişimle yaşıt. Göğsümün ve kafamın üstünde taşıdım onu.
Kanatlarımın arasında korudum. O merhamet yoksunu diliyle zihnimi kemirmesine
katlandım. Ne yaptı biliyor musunuz, beni terk etti gitti. Cehennemin dibine
gitsin!
Burası karanlık. Kuyruğumu o çirkef kedinin
leş kokan ağzında bıraktım, uçamıyorum. Kümeste tembel tembel uyuklayan bir
tavuk gibi hissediyorum. Hayır. Daha başka. Kümesteki tavuk ıstırap çekmez. İşi
yumurta vermek, kuluçkaya yatmak. Ben… Allah’ım, korkuyorum. Bu kuyruk ne zaman
uzar?
Kuyruk uzayana kadar tutsaklık beni öldürür
belki de. İnsan iyi olduğunu düşünüyordur şimdi, ne kadar düşünceli olduğunu…
Kedi öldürseydi daha iyiydi. Daha mı iyiydi? Ah gitmeseydi. O cevap verirdi.
Keşke gelse ve beni kendime tekrar düşman etse… Bu hürriyet özlemiyle
kıvranmaktan yeğdir; kendi etimi dişlemek, kanatmak, kendime küfretmek sonra
yine kendimi haklı görüp kendime söven kendimi öldürmeye yeltenmek…
Fark etmişti. Kedi, gözlerini bana dikip
akşam yemeği için bir ziyafet hayali kurmaya başladığı andan itibaren
biliyordu. Kanatlarımın arasından sırtıma süzülüp uzun uzun orda kalışının bir
anlamı olduğunu fark etmeliydim. Sadece sustu. Zehir zemberek çenesine de bu
yakışırdı ancak; aç bir sokak kedisi beni dişlerinin arasında hayal ederken
susmak… Kedi iştahla üstüme atlayıp kuyruğumdan yakaladığında, o can havliyle
kaçtı.
Belki de çok zaman önce anlatmaya çalışmıştı
bana gideceğini… İçimdeki tarafsız bölgenin tel örgülerine takılıp başımı
kanattığımda, sonra öylece durup kanatlarımı kıpırdatmadan gelip yarayı sarsın
diye beklediğimde sinirlenmişti. Sesi hala kulaklarımda:
“Ben de giderim kuş.” demişti. “Gider
başkasının kemiklerini ufalarım, aklını takıp örümcek ağlarına. Kimse baki
değil. Kendi cehennemini ateşlemeye alış.”
***
“Columbicola”
dedim bir gün.
“ Bugün cami avlusunda ağlayan bir kadın gördüm,
yanında oturduğu defne ağacının yapraklarını koparıyordu hırsla, ağaç ona bir
zarar vermiş olmalı ”
“İnsanlar kaybettiklerinde başkalarının da
kayıpları olduğunu görmek isterler, rahatlarlar” dedi. “Kadın mutlu bir anıyı
kaybetmişti ve defne, kadının elinde parçalanan yaprağıyla birlikte onun
kanadığı yerden bir yara alıyordu. ”
Beni bu kutuya hapseden insan da belki kendi
kaybettiği hürriyetine denk bir esaret görme derdindedir.
Allah’ım bu kuyruk ne zaman uzar?
***
Odada sarı bir lamba yanıyor. Kutuya nefes
almam için açılmış deliklerden sızan bu sarı aydınlık bana beyaz caminin
avlusunu hatırlatıyor. Bu da yetmezmiş gibi kalbi herc-ü merc eden bir şarkı
duyuyorum. İnsanın gözlerini görüyorum. Yere uzanmış tavana bakıyor. Şarkı
yükseliyor, yükseliyor, yükseliyor… Tavana çarpıp insanın üstüne düşmesini
diliyorum. Bu şarkının altından kalkamaz biliyorum. Ölür.
Columbicola, belki ben de öldüğüme
inanıyorumdur da kendi ölümüme denk bir ölüm görme derdindeyimdir.
Anlatıcı
Güvercini metruk bir
bina gibi kimsesizliğe yaslayan terk edilmişlik; aslında kanatlarının kuyrukla,
zihninin, yıllardır tüyleriyle beslediği kadim dostuyla imtihanından ibaretti.
Belki de bir güvercin bitinin kendi türüne sadakatiydi yalnızca Columbicola’
nın gidişi.
Fakat güvercinin tekrar uçma umudu bile bir
tedirginlikle yamalıydı.
Columbicola… Bütün kararlılıkları onunla
nihayetlenir, bütün kararsızlıkları onunla perçinlenirdi. Ve görülmeyene
düşülmüş şerhti o.
İnandık; bitin kaderi, güvercinin kederiydi.
İnsan
Hiç bir büyük olayın kapatmaya güç
yetiremediği bu çocukluk çağı bitsin istedim. Işık lekelerini rahat bırakmam
için bana yalvaran lambanın sesinden sıkıldım. Hikâyelerimi heyecan verici
bulmuyor besbelli. Beni ikaz etmek için göz kırpıyor sürekli ve bunun faydası
olmadığını görüp infilak etmesinden korkuyorum. Uyudum. Uykunun ağzına bal
çalan ve onu böyle konuşkan yapıp kulaklarımı tırmalayan bir gürültüye
dönüştüren geceye öfkeli, bacaklarımı karnıma doğru çekip, yatağın içinde
büzüldüm.
***
Beyaz peçeli bir kadın elinde bir makasla
yanıma yaklaştı. Işık da beyazdı. Makası yaklaştırdı peçeli kadın. Çocukluğum,
ellerini göbeğine sıkı sıkı bastırdı. Gözlerimi, korkuyla göbeğim üzerinde
bağladığım ellerime diktim. Belki makası kalbime saplamak peçeli kadına daha
cazip görünür diye, kalbime onun duyabileceği kadar yüksek sesle çekici bir
ritim tutmasını emrettim. Ama hayır, kalbin göğsümde debelenişi fayda vermedi.
Makas, rotasında büyük bir kararlılıkla yol almaya devam etti. Terliyordum.
“Anne ” dedim. “Beni buradan almak zorundalar
mı?”
***
Uyanıp
da gördüklerimin bir rüya olduğunun ayırdına vardığımda üstüme sinen rehavete
minnet duyup gözlerimi tekrar yumdum.
***
Kaçıp saklandığımız karanlık deliklere mum
yakan rüyalar…Damağımda, taze kızarmış bir yorgunluğun üstüne sürülüp
tüketilmiş zift tadı… Uyanıklığın mideyi türlü kelepçelerle sıkıştıran haline
büründüm.
***
Deliklerden karton
kutunun içine baktım. Misafir uyanmış. Ya da hiç uyumamış. Onu ilk bulduğum
andaki kadar ürkek ve şaşkın. Değişen duygular, gözlerin rengini değiştirir.
Onun gözlerinin rengi hiç değişmiyor. Kedi tarafından öldürülmüş olmayı mı
isterdi? Onun göbek bağını kendi sözlüğümde “merhamet” görünen bir “bencillik”
le kestim. Öyleyse neden direniyordu?
Belki direnerek ölmek istiyordu. Onurlu bir
ölüm, bir beton yığınında karton bir kutunun içinde üç beş buğday ve bir tas
suyla beslenerek yaşanacak göğe hasret bir hayata tercih edilirdi belki
güvercinlerin yurdunda.
Bir duyu yanılsaması mıydı gördüklerim? Bir
kedinin pençeleri arasında parçalanmak üzere olan bir kuştan fazlası olsa gerek
şimdi karşımda boyun büken, göğsü hızla inip kalkan gerçek.
Yoksa böyle küskün susmazdı. Bir tebessüm
kondurabilirdim, hayalimde aşağı doğru kibarca kıvrılan gagasına.
***
Kalbim yağacak bir kuraklık bulamadığından,
kendi suyunda nefessiz. Dibe doğru seyredip bir balığa dönüşmeyi deniyorum.
Yersiz. Aşağılarda hep bir vurgun tehdidi… Mor bir balık olma hayalim, ürkek
bir dalgıçtan başka bir şey olamayacağımı anlayınca aniden bir kırıklığa
dönüşüyor. Dağılan parçalar ince bir reveransla önümde eğiliyor, samimi bir selamlama
niyetiyle… Biliyorum. Fakat tekrar doğrulamıyor, dibe çöküyorlar. Can havliyle
yüzeye yöneliyorum. Bu suyun kavuştuğu bir gök olmadığını hatırlıyorum. Başka
bir yol olmalı Allah’ım. Yağacak bir parça toprak yahut suyuna karışıp
sürüklenecek bir ırmak…
***
Misafirle konuşmaya çalışıyorum.
“Bir
rüya gördüm” diyorum.
“Biliyor
musun, biz insanları Allah’ın bağladığı eşsiz bağdan soğuk metallerle
ayırırlar. Bir vedayla doğarız. O yüzden her merhabada bir veda beresi vardır
ve ömür boyu, bir daha hiçbir şeyin birleştirmeye muktedir olmadığı o bağın
özlemiyle yaşarız.”
Tüylerini kabartıp başını kanatlarının
arasına gömüyor. Yalnızca iki parlak
kahverengi göz görüyorum. Kehribara çalıyor. Kuş gözlerinin içinde oklar
olduğunu biliyor muydunuz? Gözlerinizi onunla aynı hizada tutmayın. Kör
olursunuz.
Misafire dönüyorum. “Beni vurmak ister misin?”
diyorum. Gözlerini yumuyor.
Misafir
Göğsümde bir hafiflik var. Yoksa boşluk mu?
Columbicola, sen göğsümde durmazdın oysa. Şimdi muhabbet ehli bir boşluğa dost
oldum. Sana, varlığına hiçbir delil olmayan onlarca mektup gönderiyorum. Güneşi
yalnızca üç küçük delikten içip, karanlığın yanında gönülsüz saf tutuyorum.
Öfkeleniyorum, duymadığına eminim, öfkelenip birkaç kelimenin kaburgasına
abanıyorum. Öğreniyorum sanırım Columbicola, dua etmeyi öğreniyorum.
Dudak kıvrımlarına insanın yavan bir duman
yuva yapıyor. Tütün kokusundan mustarip, bir kuyruksuz kuşum ben. Bir annemden
ayrılınca böyle suyla dolmuştu boğazım, durmadan içime ağlamıştım. Bilsen,
meymenet fukarası düşünceler var Columbicola.
Bir ölünün ardından düzenli edilen sıkı bir
beddua gibisin, seni de kendimle aynı huzursuzluk içinde nefessiz bırakmayı
alışkanlık haline getirdim. Belki artık rahat bırakmalıyım. Gittin Columbicola,
bir tarih kitabında önemli bir cümle olabilirsin. Yahut bir tarih kitabında çok
sevgili iki dize… İki dize bir tarih kitabının cüzzamlı yüzünü bile parlatabilir
üstelik. Sen bir tarih kitabında kahraman iki dize olabilirsin Columbicola. Ve
ben şimdi bir sevgili kahramanı kıskanıyorumdur, kuyruğumun yokluğunun verdiği
dirençsizlikle.
Sahi, bu kuyruk ne zaman uzar?
İnsan
Bazen dilini ısırıyor zaman kuş, kanıyor. Kül
tablaları ve gül yağları içe doğru büyüyen bir yarayı büyütüyorlar. Talihi kör
bir güvercini, kuyruğundan tutup düşüşüne bağlayan ben, hikâyesi bir zembille
göğe yükselmiş ihtiyar suçumun kefaretini ödüyorum. Senin sessiz umudunu
dişleyen bir haberin felaketiyim. Sahibini bekleyen mezarların, gönülsüz
bekçisi…
Gözlerinden ellerime sıçrayan korkuyla
yanıyor, kanatlarının arasına sıkıştırdığın sabırla soğuyorum. Başını göğsüne
her gömüşünde gagandan kalbine usul usul akıttığın ümidinle tekrar tutuşuyorum.
Şaire sorma arzusuyla kıvranıyorum; kuş ölür
uçuş hatırlanır peki uçuş ölürse, kuştan geriye kalan nereye saklanır?
***
Ben bir pencereyi özlüyorum kuş, sen bir dalı
özlüyorsun. Benim düşümde ikimizi ayıran, yalnızca kırmızı bir sakız
sardunyası.
***
Ben bir pencereyi hep özleyeceğim kuş, sen
bir dalı özleyeceksin ve benim düşümde bizi hep ayıracak kırmızı bir sakız
sardunyası.
Misafir
Kutudaki deliklerden sızan ışık gözlerime
batıyor. Cam bir kapta, her gün tazelenen su ve içimde direnen kuytu ani bir
intiharı muhtemel kılıyor. Fakat gözlerimi kapattığımda önüme serilen o titrek
rüyalara kıyamıyorum. Boğazımı temizleyemiyorum kinden. Bir şey olmalı, ezan
okumalı beyaz caminin müezzini, bir çocuk peşime takılıp hiç pes etmeden beni
kovalamalı, başıma ürkek bir öpücük kondurmalı sonra. İyileşirim bir çocuk
dokunursa yarama. İyileşirim elbette, değil mi Columbicola?
Sen de severdin çocukları. Bir tek çocuklara
gülümserdin. “Onların avuçlarında yaşamanın bir yolu olsa keşke” derdin.
Seslerini her duyduğunda hayat çizgileri arasında eriyip katıksız bir
masumiyete yüz sürmeyi dilerdin.
Kuşdili bir hatırasın Columbicola. Kuyruksuz
bir güvercinin ömrüne düşülmüş bir ilahi izsin. Kuyruk, ah evet kuyruk…
Allah’ım, bu kuyruk, ne zaman uzar?